“Şu kesin ki, şiddet yeni bir olgu değil. Şiddet, tahakküm ve mülkiyet temelinde var olduğu için tüm “büyük uygarlıkların” besleyip büyüttükleri şeyin bir parçası. İnsani değerlerin küçümsenmesinin yanı sıra dişil olanın ve çocuklarımızın çocukluğunun küçümsenmesi de buna eşlik ediyor.” “Şiddetin bu ölçüsüzlüğü kendi anlamımızı yitirme tehlikesini de ortaya çıkartıyor. Böylelikle içimizdeki boşluk ya genel bir duygusuzluk ve depresyonun kaynağı haline geliyor ya da daha fazla şiddet üretmenin. Çünkü bu iç boşluk pek çok kişi için, içinden ancak hayali bir büyüklükle özdeşleşerek çıkabileceklerini umdukları bir anlamsızlık durumu yaratıyor. Hiçliğe ve ölüme adanmış bir radikalizme karşı ancak bu zihinsellikten uzak gelişimin derinlerdeki köklerini ortaya çıkartabilirsek direnebiliriz.” “Terör ve şiddeti engellemek, ancak insanın gerçek ihtiyaçlarının kabulüyle; gerçek yoksulluğa, gerçek sefalete, bazı halkların aşağılanmasına...
İnsanın duygudaşlığını sorgulamak, onun insanlığını, kimliğini sorgulamaktır. Aynı zamanda insanın, aldığı bedensel ve ruhsal hasarın hangi derecesine kadar insanlığını korumaya devam edebildiğine dair bir sorundur. Primo Levi, “Bunlar da mı İnsan” başlıklı sarsıcı raporunda, Auschwitz’in insanlar tarafından düşünülmüş ve gerçekleştirilmiş olmasından utanç duyduğunu yazıyordu. Oysa bu, böyle bir utancın ne başlangıcıydı ne de sonu. Bu utanç Antik Çağ’daki çocuk katliamlarıyla başladı bugün de Güney Amerika’da, Afrika’da, eski Yugoslavya’da, Rusya’da, Yakın Doğu’da, Endonezya’da kadınların ve çocukların şiddete maruz kalmalarıyla, tecavüze uğramalarıyla; Avrupa’da yabancı düşmanlığından kaynaklanan aşırılıklarla, çocukların çocuklara uyguladığı şiddetle hâlâ gündelik yaşamın içinde. Bugünkü politik durum bir yanda bürokratik egemenliğin pekiştirilmesi ile diğer yanda çaresizliğin neden olduğu öfke patlamaları arasında gidip geliyor - E.R. Wolf, Diamond 1976 -. Ekonomik çöküntü,...
Bilincimiz ve Gerçekliğimiz krizler, nefret, aşırılıklar ve şiddet tarafından yönetilir, hatta insanı hor görür. Bilimsel bulgular, teknoloji ve bilgisayar teknolojisi bilimi bizi etkiler, kontrol eder ve âdeta emreder. Soyut bilinç bizi durdurulamaz bir şekilde hayattan uzaklaştırır. Gerçeklik duygusu ve diğer insanlar için merhamet, doğal olmayan ve artık insan olmayan bir bilinç tarafından daha fazla değersizleştirilir ve bastırılır. Bu yüzden artık kendi kendini yok eden Eylemlerimizin kökenini fark edemiyoruz. Ama yine de Empatik bilinç yaşam yolunu yeniden keşfetmemize izin verecektir. “Hayattan Yabancılaşmış” psikolojik uzmanlık, felsefi ve tarihsel arka plan, politik konular, bilimsel çalışmalar ve de eğitim -pratik açıklamalarla iç içe geçmiş güncel fenomenlerin başarılı bir kompozisyonudur. Kitap okuru etkileyici ve düşünceli bir şekilde geride bırakan bir roman gibi peşi sıra sürüklüyor....
Yabancı düşmanlığı, kendine düşmanlıktır. Kökenleri çocuklukta aranmalıdır. Yabancılara duyulan nefretin, daima, insanın kendisine karşı duyduğu nefretle bir ilişkisi vardır. Eğer insanların, başka insanlara neden acı çektirip, onları neden aşağıladıklarını anlamak istiyorsak, önce kendi içimizde yer alan, tiksindiğimiz şeylerle uğraşmalıyız. İçimizdeki bu parçayı, bize onu hatırlatan yabancıyı yok ederek susturmak isteriz. Ama, eğer insanın kendisine özgü olan ve birey oluşunu belirleyen her şey yabancı kılınırsa, geriye, insanın gelişimini sağlayacak ne kalır? Yabancı düşmanlığının ve neo-milliyetçiliğin hızla yeniden yükselmeye başladığı günümüzde Gruen, “üçüncü bir kulakla dinleyip anlayarak” ve Hitler ile diğer Nazi subaylarına ilişkin örnekler vererek, bizlere bu durumun nedenlerini anlama fırsatı sunuyor. İnsanlar, uygarlık ve kültürlerle, barbarlık ve vahşet arasındaki ince, ama bariz tabakanın yırtılıp yok olmasına neden bu kadar çabuk...
Dünyayı yıkımdan koruyan şey sevgi aktarımıdır. Tarih, kendilerini ölüme adamış olanlarla sevgiye adamış olanlar arasında gidip gelir. Özerklik için yanıp tutuşuyor, fakat kendimizi başkalarının hâkimiyetine teslim ediyoruz. Özümüze ulaşabileceğimiz tüm kapıları kapatarak, kurtarıcımız olarak büyüklük ararken daha da körleştik. Kurtarıcı bir kimlik bulma yolundaki beyhude arayışımız sonucunda sahte tanrılara sığındık. Fakat bu tanrılar insanları küçümsemekten başka bir işe yaramıyor; ne kendilerini ne de başkalarını sevebiliyorlar. Günümüzün “yükselen değeri” milliyetçilik içindeki kimlik oluşumları da bu sürecin ne kadar derinlere kök salabildiğini, tanrı yaratma yoluyla kendini bulma sıkıntısının ne denli ağır olduğunu ortaya koyuyor. Bugün tüm dünyada azınlıklar eziliyor ve aşağılanıyorsa, bu milliyetçiliğin sevgiyle hiçbir ilişkisi bulunmadığını; kendine ihaneti bastırmak için yaratılan şiddet duygusundan beslendiğini görmemiz gerekiyor. Sevgisizliğe karşı koymadığımız sürece kendi...
“İki genç balık yol boyunca yüzmektedir ve tesadüfen ters yönde yüzmekte olan yaşlı bir balığa rastlarlar. Yaşlı balık onlara başını sallar ve ‘Günaydın gençler, su nasıl?’ diye sorar. İki genç balık bir süre daha yüzmeye devam ederler ve sonunda biri diğerine bakarak, ‘Su da ne demek oluyor?’ diye sorar.” David Foster Wallace’ın gerçeği oturttuğu bu benzetmede olduğu gibi itaat, yaşadığımız her yerde ve her alanda olduğundan gerçeği algılamak güçleşiyor. Âdeta imkânsız bir hale geliyor. Böylelikle insanoğlu onu hava ,su kadar normal karşılıyor. Arno Gruen İtaat kavramını medeniyetimizin en temel sorunu olarak öngörürken bunun hastalıklı etkilerini günlük yaşamda, eğitimde, aile ilişkilerinde, politikada inceleyip ilginç saptamalarda bulunuyor.
Aslında, İçinde saf aklın tahta kurulması gereken Karanlık hücre, tamamen boş. —Theodor Lessing Yüzyılın önde gelen psikanalistlerinden biri olan Arno Gruen, “İtaate Karşı” ve “Terörizme Karşı” kitaplarının ardından “Soğuk Akla Karşı” adlı bu kitapla, üçlemesini bitiriyor. Yazar, sivri ve âdeta rahatsız edici bir şekilde her şeyi soyut rasyonalize etmenin ne kadar tehlikeli olduğunun altını çizerken, konuşur konuşmaz nasıl itaatkâr ve makul olmayı öğrendiğimizi de açıklıyor. Ama aslında hayatımızı yabancılaştıran ve dünyamızı yok eden “soğuk” bir nedendir. Yavaş yavaş duygularımız yok olur, kendi benliğimizi kaybederiz. Düşünebilme yetimize rağmen modern dünyada özgür değiliz; gönüllü olarak bir bağımlılıktan diğerine geçiyoruz. Giderek daha fazla insan kendini “itaat”, “terör” ve “soğuk akıl” gibi kısır döngüde buluyor. Eğer bu gelişmeye karşı çıkmazsak ve durumu tersine çevirmezsek,...
Şüphesiz şiddet yeni bir kavram değildir. Temeli egemenlik ve sahiplenme olduğu için, tüm “büyük medeniyetler”de rastlanılır. Şiddetin seviyesi bize kendi anlamımızı yaratmayı yitirmekle tehdit eder; böylece içimizdeki boşluk ya genel bir kayıtsızlığın ve depresyonun kaynağı olur ya da daha fazla şiddete dönüşme tehlikesiyle bizlere gözdağı verir. İnsanların gerçek sorunları binlerce yıl önceki gibi aynı olsa da, boyutları geçen her on yılda daha da vahimleşiyor. Bunlar; yoksulluk, açlık, kölelik, tiranlık, savaşlar, dinî hoşgörüsüzlük, uyuşturucu ve açgözlülüktür. Kötülüklerin kökü tam olarak burada yatar. Bu sefaletler olmadan Hitler, Stalin, Mussolini, Taliban, IŞİD, İslami Cihat, kitleleri etraflarında toplayamazlardı. Terör ve şiddet, ancak insanların mutlak ihtiyaçları tanınırsa, sefalet, yoksulluk ve tüm halk gruplarının aşağılanması önlenirse durdurulabilir. Ancak bu sayede canlı, gerçek ve demokratik olan yaşamı...