Şiir ve devrim ilişkisi imgesel bir ilişkidir. Sanat ve edebiyatın bu coşkun evladını aynı zamanda devrimin ruhu olarak görmek gerekir. Öyle olmasa devrimci liderlerin neredeyse tamamının şiirle olan muhabbetlerini anlamakta zorlanırız. Şiir ve devrimin yürüyüşü, direnişin en anlamlı yürüyüşü ve en anlamlı dizesidir. Marx, Engels, Stalin, Mao, Ho Şi Minh, Che Guevera, Agostinho Neto, Amilcar Cabral, Partıce Emery Lumumba, Leopold Sedar Senghor, Rogue Dalton, Eduardo Sancho Castaneda, Ernesto Cardenal, Mahir Çayan, İbrahim Kaypakkaya, Cihan Alptekin, Hüseyin Cevahir, Hikmet Kıvılcımlı, Behice Boran’ın yolları şiirle buluşmuş ve dizeler onların yürüdükleri yolların kenarında büyüyen, güzel kokan, rengarenk açan çiçekler olarak onlara eşlik etmiştir. Yaşamları politik mücadeleyle, ideolojik kavgalarla geçen bu insanların, Gramsci’nin deyimiyle “poetik aura”ları sanat ve devrimci duruşlarını ifade eden metafor olmuştur.
19. yüzyılda geçen "Bel Ami", Guy De Maupassant’ın romanından beyazperdeye de uyarlandı. "George Duroy" isimli karakter üzerine kurulu olan roman, bu genç gazetecinin Paris’te çok etkili ve güzel bir kadınla kurduğu ilişki ve acımasızlığı sayesinde şöhret basamaklarını birer birer çıkarak kentin en güçlü adamı haline gelmesinin öyküsünü işliyor. Roman Duroy’un bir arkadaşının eşiyle ilişki kurması ve kadının aksanını düzeltmesine yardımcı olmasıyla başlıyor. Sosyetenin gözbebeği olan bu güçlü kadın daha sonra hayatını Duroy ile birleştiriyor. Gazeteci ve sosyeteden bir kadının yanı sıra başka bir sosyete mensubu kadınla ilişki kurmasıyla gelişen olaylar okuyucuyu farklı bir sona götürüyor..
Beyel’in Yas Tutanları, Saedi’nin en önemli eserlerindendir. Toplu öykü formatında yazılan tek bir köyün karanlık serüvenidir anlatılan. Burada yer alan öyküler, İran edebiyatında ve öykücülüğünde büyülü realizmin ilk örneklerinden sayılmaktadır. Bu eserin dördüncü öyküsü temel alınarak yazılan senaryodan, 1969 yılında sinemaya uyarlanan İnek filmi, Dariyuş Mehrcui’nin usta yönetmenliği ve Ezzetollah Entezami’nin unutulmaz oyunuyla Cannes, Berlin, Moskova, Londra, Los Angeles film festivallerinde gösterime girmiş, önemli eleştiriler almış ve 1971 yılından 32. Venedik Film Festivali’nde ise gümüş levha ödülünü kazanmayı başarmıştır. “Ramazan kalkıp oturdu, gözyaşlarını yuttu. Güneş yeni ışımış verev vuruyordu ve onların ayakları altında siyah kayalarla kocaman bir uçurum ağız açmıştı. Ramazan, ‘Bak baba! Duyuyor musun? İşte orada!’ dedi. Muhtar çan sesini duydu. Şoför, ‘Neyi diyorsun?’ diye sordu. Ramazan, ‘Sen duymuyor...
Özellikle okul öncesi dönem ve ilkokul 1. Sınıflar için yazılan bu kitap, çocukların okulla tanışma ve okula alışma yolculuğunda onlara rehberlik edecek. Hikayede bazen kendilerini bazen de arkadaşlarını gören çocuklar, kitap bittiğinde kendilerini yaratıcı etkinlikler yaparken bulacaklar… Hem ebeveynlerin hem de öğretmenlerin elinden düşmek istemeyeceği, çocukların tekrar tekrar okumasını talep edecekleri zamansız bir resimli çocuk kitabıdır.
Gulam Hüseyin SÂEDİ (1935-1985) İran’ın modern dramatik edebiyatının temelini atan yazarlardan birisidir. Bugüne kadar birkaç romanıyla toplu öyküleri Türkiye’de yayınlanmış olsa da, tiyatro eserleri tanınmamıştır. Sâedi’nin “Beyel’in Yas Tutanları” adlı eseri yayınevimiz tarafından yayınlanmıştır. Elinizdeki kitapta, Gulam Hüseyin Saedi’nin kısa fakat siyasi oyunlarından ikisini Türkiye tiyatrosuna sunmaktayız. Bu evrensel yazarın diğer oyunlarının da Türkçe’ye çevrilip sahnelenmesini diliyoruz. HAŞİM HÜSREVŞAHİ
Iraklı Kürt devrimci Muzafari Subhdam, yirmi bir yıl bir çölün ortasında hapis yattıktan sonra özgürlüğüne kavuşur ama aradan geçen yıllarla beraber Subhdam’ın hayatı ve kimliği adeta elinden alınmıştır. Buna rağmen Subhdam hayata tutunmaktan vazgeçmez ve yaşama cesaretini yeniden kazanmak için kayıp oğlu Saryasi’yi bulmaya çalışır. Yeniden özgürlüğüne kavuşan Subhdam kayıp oğlu Saryasi’nin izini sürerken kendisini ülkesinin kaderini de gözler önüne seren bir hikâyelerle sırlar yumağının içinde bulur: Üç Saryasi’yi birbirine bağlayan bir sır. Bachtyar’nin şiirsel bir dille kaleme aldığı Dünyanın Son Narı kimlik, yuva ve aile arayışında olan bir adamın yolculuğunun dokunaklı hikâyesi.
“Ermeni Av Hikâyeleri”; bize insanoğluyla diğer canlılar arasındaki, dilsiz ama derinden gelen o büyülü ilişkiyi anlatmak amacıyla yola çıkmış bir doğa masalıdır. Kitapta; Ermenistan Dağlarında, Kuşlar, Dağda Geçen Çoçukluğum ve Kampta Gece Ateşi adlı dört bölüm altında, toplam otuz öykü yer alıyor. Öykülerin hemen hepsinde hâkim coğrafya; Ağrı Dağı etekleri, Sevan Gölü çevresi ve Aras Nehri kıyılarıdır. Ananyan, okuyucunun hiç yabancılık çekmeyeceği bu coğrafyaya sadece diğer taraftan bakıyor ve belki de en önemlisi, bundan yüz sene önceki hümanizmi, insanın doğayla ve doğada yaşayan tüm hayvanlarla kurduğu yakın ilişkiyi, masalların içinden çekip çıkartarak bize sunuyor. Dağlarda yaşayan ayılar, geyikler, yaban keçileri; göllerde, sazlıklarda yaşayan kuşlar, sadece yabanıl hayatın bir parçası olarak değil, aynı zamanda yazarın arkadaşlık ettiği, duyguları ve hatta düşünceleri...
Sené oxto dayé, rıcıyo ro asmen, koyi biyé vırqoşi, na sené dinawa? Seré hardidé weşiya can-u royi, biya hesa verg-u heso. Dereyi derxoney biyé raé olağé dızdo, cendegé cenco biye werdé lüyo khuzo. Dayé seré dinadé di chekuyé hewl né mandé ké toré vaci. Mı zerré xo kerd vıla, hewné xo kerd letey, porré mı bi shıpé, kameci hetra şeker domani berbené. Ni dıré qeseyi mı royé xora qerefit, zerré xora ruchkıt, bıné zoné xodé dard wé. Qemısé cı nebiyo caedé roni. Dayé! Tı delaliya, Tı zelaliya Tı cané Oliya Ez qurban, Dina mı tıya.
«Ve gece donlu küheylanın toynakları toprağı bulamaz Çaldıran toprağını kaplayan ölülerden. Güneş yüzünü kapatırken, toprak kanı emip yalanırken kabardı obur toprak gibi göğsü muzaffer Hünkâr’ın. Dilini, dinini ve de rengini kaybetmiş tekçe insandılar yerde yatanlar, paramparça dört bir köşeye serpilenler. Vatanlarında toprağa düşen ve uzaktan gelen ölüler, ölüler, ölüler... Ölüler arasında çokça maskeli savaşçı. Miğferi bir yana düşmüş uzun saçları kana bulanmış ölüler... Hünkâr buyurdu. Çıkarıldı maskeler. Bakıldı, toprakta erlerinin yanı başında yatan kadınlara. Onlar geceye şavkı vuran ay yüzlü Kızılbaş kadınlardı. Savaşmışlar ve aşikâr bir yenilgi içine devrilen mutlu savaşçılardı. Kılıçlarının kabzası henüz sıkılmış avuçlarında, bedenlerinden ayrı kollarında kılıçları kadınlar… Aşikâr oldu herkese bunlar birer dişi alptılar, uzaktan gelip vatanlarını savundular, kılıç çalıp bu topraklarda kaldılar. Hünkâr bir an...
Dünyayı yıkımdan koruyan şey sevgi aktarımıdır. Tarih, kendilerini ölüme adamış olanlarla sevgiye adamış olanlar arasında gidip gelir. Özerklik için yanıp tutuşuyor, fakat kendimizi başkalarının hâkimiyetine teslim ediyoruz. Özümüze ulaşabileceğimiz tüm kapıları kapatarak, kurtarıcımız olarak büyüklük ararken daha da körleştik. Kurtarıcı bir kimlik bulma yolundaki beyhude arayışımız sonucunda sahte tanrılara sığındık. Fakat bu tanrılar insanları küçümsemekten başka bir işe yaramıyor; ne kendilerini ne de başkalarını sevebiliyorlar. Günümüzün “yükselen değeri” milliyetçilik içindeki kimlik oluşumları da bu sürecin ne kadar derinlere kök salabildiğini, tanrı yaratma yoluyla kendini bulma sıkıntısının ne denli ağır olduğunu ortaya koyuyor. Bugün tüm dünyada azınlıklar eziliyor ve aşağılanıyorsa, bu milliyetçiliğin sevgiyle hiçbir ilişkisi bulunmadığını; kendine ihaneti bastırmak için yaratılan şiddet duygusundan beslendiğini görmemiz gerekiyor. Sevgisizliğe karşı koymadığımız sürece kendi...
“İki genç balık yol boyunca yüzmektedir ve tesadüfen ters yönde yüzmekte olan yaşlı bir balığa rastlarlar. Yaşlı balık onlara başını sallar ve ‘Günaydın gençler, su nasıl?’ diye sorar. İki genç balık bir süre daha yüzmeye devam ederler ve sonunda biri diğerine bakarak, ‘Su da ne demek oluyor?’ diye sorar.” David Foster Wallace’ın gerçeği oturttuğu bu benzetmede olduğu gibi itaat, yaşadığımız her yerde ve her alanda olduğundan gerçeği algılamak güçleşiyor. Âdeta imkânsız bir hale geliyor. Böylelikle insanoğlu onu hava ,su kadar normal karşılıyor. Arno Gruen İtaat kavramını medeniyetimizin en temel sorunu olarak öngörürken bunun hastalıklı etkilerini günlük yaşamda, eğitimde, aile ilişkilerinde, politikada inceleyip ilginç saptamalarda bulunuyor.
İnsanlar ortadan kaybolursa köpeklere ne olur? Köpekler biz olmadan kendi başlarına hayatta kalabilirler mi? Köpeğin Dünyası, köpekler için insan sonrası bir gelecek hayal ediyor. Onların nasıl hayatta kalacağını hatta muhtemelen nasıl gelişebileceklerini ortaya koyuyor. Bu yeni ve devrim niteliğindeki bakış açısının şu anda onlarla kurduğumuz iletişime nasıl rehberlik edebileceğini de açıklıyor. Köpekler ve vahşi akrabalarının yaşamları ve davranışlarıyla ilgili biyoloji, ekoloji ve en son bulgulardan yararlanan, günümüzün köpekler hakkında en yenilikçi düşünürlerinden ikisi olan Jessica Pierce ve Marc Bekoff üremeye doğrudan insan müdahalesi olmadan köpeklerin nasıl olabileceğini araştırıyor. Pierce ve Bekoff, köpeklerin nasıl çabuk öğrenen, son derece uyumlu ve fırsatçı olduklarını gösteriyorlar ve onların zaten kendi başlarına hayatta kaldıklarına ve bunu bizsiz bir dünyada da başarabileceklerine dair ikna edici kanıtlar...
Hızlı tempolu ve ustalıkla kurgulanmış bir gerilim romanı” Barry Forshaw - Gazeteci-Yazar "Ölüm Geçidi", Kopenhag Merkez İstasyonu'nda çekilen bilinmeyen kızların fotoğraflarının, gizemli bir şekilde bir Amerikalı seri katilin elinde belirdiği gerçek bir hikâyeden ilham alır. Theils'in romanında, 1985 yılında İngiltere'ye gitmek üzere olan bir tekneye binen ve kaybolan iki Danimarkalı kızın fotoğrafı, yıllar sonra bir İngiltere’nin bir sahil kasabasındaki antikacıdan alınan eski bir bavuldan çıkar. Nora Sand'ın mesleki merakı hemen uyanır. Böylelikle farkında olmadan, ünlü bir İngiliz hapishanesinde müebbet hapis cezası çeken bir seri katilin davasına karışmış olur ve kaybolan kızlar hakkındaki gerçeği keşfetme çabası, onu hayal ettiğinden daha tehlikeli boyutlara doğru sürükler. Lone Theils'in ilk romanı olan "Ölüm Geçidi", sert bir kadın başkarakter, toplumsal olarak duyarlı ve güçlü bir...
Üsküdar’da, üç oda bir salon, eski bir apartman dairesi… Bahçeye bakan küçük bir balkon ve bahçede iki ağaç… Evi ve hayatı paylaşan bir hala ve bir yeğen… Usulca birbirine yaslanmış, birbiri üzerine katlanmış iki hayat…Bir eski ders kitabının sayfalarına sıkıştırılmış notlardan yola çıkarak; İstanbul ve modern yaşam analizi yapan Tarık Sipahi, hiç kimseyle ve hiç bir şeyle savaşmıyor, herkesin körü körüne katıldığı bu oyunda da oynamıyor…O sadece; aralarda kaçırdığı gün doğuşlarına ve onların koyu pembe turuncularına yanıyor… Yıllanmış sakız ağacının toprağı delen güçlü köklerine dolanıp, seyretmeye doyamadığı denizin gümüşi parıltılarına karşı kendince dertleniyor… Arka planda; soğuk vapur iskeleleriyle, çığlık çığlığa martı sesleriyle, tekinsiz alt geçitleriyle, trafik keşmekeşinin gürültüsüyle, caddelerini hınca hınç dolduran ve sanki her an bireylere geç kalmışçasına iki...
Tenhaydı Yalnızlıktan yoksul, yoksuldan fazla yalnızdık Yanan gecelerimize ateş serpiyordu rüzgar... Ben ve Annem Yaralarım oy Yaralarım anne, Kaderin bulanık denizlerinde tuz yemiş Sızım sızım, kan kızılı...
Kitap, filozof-yazar Catherine Clément ile estetik Profesörü Julien Castor’un konuk olduğu, 2. Dünya Savaşı sonrasından itibaren Fransa’da yaşanan aydın hareketlerine ayna tutacak bir belgeselin Arte televizyon kanalı stüdyolarındaki çekimiyle başlar. Ancak konu sadece Fransız aydınlarıyla sınırlı kalmaz. Adeta dünya aydınlarının öyküsüne dönüşür. Komünizm, Yapısalcılık, 68 Mayısı, Yeni Filozoflar... İki kuşağı kapsayan bir “entelektüel” destanın her evresi. Düşünce tarihinin gerisinde Şeytanın Orospusu’nda Akıl’ın egemen olduğu bir acımasız evren ve aydınların bilinmedik yönleri, farklı yaşam öyküleri var. Başlıca kahramanları: Sartre, Claude Lévi-Strauss, Vladimir Jankélévitch, Jacques Lacan, Michel Foucault, Gilles Deleuze, Jacques Derrida, Louis Althusser, Roland Barthes, Michel Serres, Régis Debray, Bernard-Henri Lévy. Zaman zaman mitolojiye de uzanan katkılarıyla yarım yüzyılı aşan düşünce ve kültürün romanesk tarihi olan Şeytanın Orospusu aynı zamanda bir...
Sedat’taki telaş, anlaşılır cinsten değildi. Duru, bir ara “Bu ne telaş, be” diyecek oldu ama demedi. Sedat köpürüyordu, Duru’nun bir an önce evden çıkmasını istiyordu. “Hadi çıkabilirsin, ben seni sonra ararım” dedi ve koca kale misali büyük tahta bir kapıyı açarak Duru’yu yolcu etti. Bu, Sedat’ın Duru’yu ilk, ama son olmayan yolcu edişiydi. Duru, üç dakika içinde kendisini kapının dışında bulmuştu. O demir kapı Duru’nun yüzüne kapandığında, aslında hayatında başka bir kapı açılmış olacaktı. Aşkla ve tutkuyla yaşayan herkese... Siyah Telaş, sadece bir kadının tutkusunu değil, binlerce kadının kalbinde başlayan ve bir gün bitecek yolculuğundaki kırılmaları anlatılıyor. Roman kahramanı Duru’nun saf ve temiz dünyasında biriktirdiği hayallerin peşinden koşmasının, aşkın gözyaşına sığınan isyan halleri üzerinden hayatta yer bulmasının dramatik öyküsüdür anlatılan....
“Tanrı başlangıçta kadındı” Bu, Helmut Uhlig’in erken insanlık tarihindeki dişilin rolü üzerinde provokatif savıdır. Yazar bu savın üzerine yazdığı kitabıyla “Ulu Ana” olarak sayılan, tapınılan kadının yaşamın anlamlı merkezinde gizemli bir şekilde uzaklaştırıldığı insanlık tarihinin en heyecanlı dönemlerine götürüyor. Yaklaşık 5000 yıl önce başlayan bu devrim, insanların gelişimini nasıl etkiledi? Ve cinsiyet eşitliği için uğraşan bugünün toplumunda ne gibi sonuçlar doğurdu? “Dişilin dünya Dini” için yenileştirilmesi insanlığın geleceğini güvence altına alabilir mi? Helmut Uhlig, çok ilginç çizimlerin de yer aldığı eserinde en erken tarihlerdeki kadınsı olanı okura özetliyor. Neandertal adamın, mağara yaşamının, Megalitik Dönem’in ve Kuzey’in kanıtlarının zincirini, taş ve tapınak yapıların izlerini Bretonya’dan Dordogne’a, Malta tapınaklarına, Çin ve Hindistan’a kadar sürüyor.
TÜRK DİL KURUMU TANIMLARI: KİRLİ : Aybaşı durumunda bulunan kadın. MÜSAİT : Flört etmeye hazır kadın. ESNAF : Kötü yola sapmış kadın. KADIN : Ev yönetimi becerisi olan hizmetçi kişi. Şimdi ben, Türk dil kurumunun yasal sitesine göre; ev yönetimi becerisi olan hizmetçi, kötü yola sapmış esnaf ve flört etmeye hazır bir müsait olarak, regl olmuş kirliyim... Tek becerim ev yönetimi ama ben evde bile değilim.
Erkek arkadaşıyla sorunlu biçimde ayrılan ve işini kaybeden Cassie geçimini sağlamak için geçici bir işe girer. Başlangıçta ona çok sıkıcı gelen işi şirket ortaklarından Forest ve karısına ait özel yazışmaları tesadüfen okumasıyla farklı bir boyut kazanır. Cassie onlarla arasında bir bağ olduğuna inanmaya başlar, hatta Forest’ı takıntı haline getirir ve onu takip edecek kadar ileri gider. Cassie bu işin sonunda paçayı kurtarabilecek mi, Forest onu bulacak ve yine işinden kovulacak mı? Yoksa yeni bir aşk mı doğacak?
Romancı, geçmişe tarihçiler gibi bakmaz; geçmişin içinde yalnızca tarihler, sayılar ve adlar görmez. Romancı, baktığı yerde canlı insanlar görür. Acı çeken, gülen, özleyen insanlar. Hasan Sağlam, son yüzyıllık tarihin farklı dönemlerine mercek tutarken, insanların kişisel hikâyelerine, umutlarına ve umutsuzluklarına odaklanıyor." Burhan Sönmez Romanlar toplumsal dokularıyla olduğu kadar, karakterleriyle de hafızalarda iz bırakırlar. Hasan Sağlam, Yasak Mıntıkanın Çocukları ile sağır ve dilsiz bir karakterin dünyasını ana eksene yerleştirerek yaşamın içinde geziyor; acılarla kavrulmuş bir coğrafyadan, tertele sonrasında sürgüne gidenlerin oralarda nelerle karşılaştıklarını, nasıl görüldüklerini ve topraklarına nasıl döndüklerini anlatıyordu. Devam niteliğinde olan Toprağına Tutunanlar’da ise gerçeği ince bir dille harmanlayarak, masumiyet ve kötülüğün iç içe olduğunu sözcükleri özgür bırakarak sorguluyor ve buradan yakın zamana geliyor. Zaten romanları farklı ve özel kılan...
Seyitmençe ve Xece beş çocukları ile yedi kişilik bir aileydiler. İkinci çocukları Sultan ahrazdı. Hiçbir harfe dokunmadı, kimseye kem söz söylemedi, tanrı dahil kimseyle konuşmadı. Sürgün yollarında devam eden on beş yıllık zamandan sonra telef olmuş bir halde topraklarına döndüler. Sadece üç kişi kalmışlardı.
“Yaşamdan ne bekliyorsunuz?” sorusuna felsefi bir bakış açısıyla yaklaşan bu kitap sayesinde mutluluğa, huzura, üretkenliğe ulaşmanın, bireysel hedefimize doğru ilerlerken karşımıza çıkabilecek sıkıntılarla başa çıkmanın yollarını öğreniyoruz. Tiberius’un sunduğu stratejiler hayatı kesinlikle kolaylaştıracak türden.